26 Şubat 2010 Cuma

şenpazar Yarimcada Gecen Bir Hikaye Fikri Uzun Kaleminden























Böbüroğlu koltuğuna oturdu, bir eliyle direksiyondan yapıştı, öteki eliyle tuttuğu kontak anahtarını yerine takıp cipi çalıştırdı. Arkasına döndü, çabucak yolculara baktı, bakışlarıyla saydı. Yolcular tamamdı. “Yolcu yolunda gerek” dedi içinden.

Deneyimlerine bakılırsa, hava kar yağışlı olacaktı. Kastamonu Cide- Cide Kastamonu arası posta çekiyor, bulursa yolcu alıyor, yolcusuz da kalmıyordu. O gün, beş kişilik cipte, beş yolcusu vardı. Aralara yolcu almaz, alsa da sığmazdı.

Kastamonu’dan ayrıldı, Gölköy’ü Subaşı’nı geçti, Dadaya yaklaştı. Yolda bekleyip “hazırol” da dikilen iki kişiye:”Üzgünüm yer yok” der gibi, direksiyonu bırakıp, ellerini gökyüzüne açtı.

Daday’da, “çay ve yemek molası” verdi.

Yolcuların hepsi de Kastamonulu, iki öğretmen bir ebe, bir tarımcı, birisi de belirli işi olmayan bir vatandaştı. Önce lokantaya girdiler. Doğal olarak lokantacı, elindeki bezle silinmiş masayı bir kez daha sildi, ne yemek istediklerini sordu.
“Ne var yiyecek?” dedi, her gün oradan geçen, zaman-zaman da yemek yiyen Böbüroğlu. Lokantacı saydı:

“Kapuska, kara kelem, ısbıt sarması, tarhana çorbası, tava böreği, pirinç pilavı” dedi.

Öğretmenlerden birisi, yenisi: “tarhana çorbası” dedi. Çorba geldi.

Gurbet yabancısı değildi de. Gurbette olduğunu ağzına aldığı ilk kaşıkta anladı. Damak tadına uymuyordu.

Zar-zor, “açlık belasına” yedi.

Yanı başlarındaki kahvehaneden çaylar geldi, içti, ayrıca çay parası ödemediler.

Konuşmalara bakılırsa, Azdavay-Cide arası çok kar yağışlıydı.

Azdavay’da yağış yoktu. Gidemeyeceklerini anlasalardı, aslında kahvehanenin üstündeki odalardan birinde yatabilirlerdi.

O odalarda, bir yıl sonra on beş gün yatmak zorunda kalacağını şimdiden bilemezdi.

Yolcuların hepsi önce birbirlerine, sonra da Böbüroğlu’na, baktılar. Bakışmalar sonucu yola çıkmağa konuşmadan karar verdiler. Ve yola çıktılar.

“Az gidip, uz gitmeden,” kar yağışı başladı. Fırtına yok, yaprak kımıldamıyordu. Gökyüzünden yere inen kar taneleri, ya yolda birbirine yetişip, ya da yandan çarpıp birleşmiş olağanından oldukça büyük, “lapa-lapa,” ya da “yamalık gibi” yağıyordu. Hiç kimse tedirgin olmadı. Hem çevreye, hem de cipin camına düşen kar kümelerine bakıyor, hiç konuşmuyorlardı.

Çam ağaçları ağaç olmaktan çıkmış, ağaca benzeyen kar kümeleri gibiydi.

Cip, yolda biriken karları ezip yarıp geçiyordu.

Yol kıyısındaki ağaçların, şemsiye görevi yaptığının farkına daha sonra vardılar. İnişleri inip, dönemeçleri döndü, yokuşları çıktı, düzlüğü geçemediler. Çamlı, ağaçlı alan bitmiş, fırtına da çıkmıştı. Önlerinde, öncekinden iki kat fazla kar birikiyordu. Cip, boğuşurcasına kar kümesini yırtıyordu. Kısa süre sonra cip, hem gökyüzünden yağan, hem de fırtınayla biriken kar birikintisini yırtamaz oldu, olduğu yerde kaldı. Hava da kararmak üzereydi. Karardı. Korkmaya başladılar. Dağın başında, cipin içinde ne yapacaklardı? Cide’nin uzaklığını, yakınlarda bir köy olup olmadığını araştırdılar birbirlerinden ve Böbüroğlu’ndan.

Umutları sonuçsuz kaldı.

Böbüroğlu hiç tasalanmıyor, postanın gelmediğini görünce, kara yollarının armağan ettiği dozerin yola çıkarılacağını biliyordu.

Kar yağdıkça, cipin kapıları da açılmaz oldu. Son bir gayretle açılan kapıdan çıkabilenler, tuvalet gereksinimlerini giderip, çabucak cipe dönüyordu. Hem fırtına çıkmış, hem hava soğumuş, hem de çevrede kurtlar uluyordu.

Çipin kapısı açılmaz oldu. Üzülenlerin yanında sevinenler de vardı. Kendilerini güvende saydılar. En azından kurtlar içeri giremezdi.

Nasıl olduysa, sabah oldu. Böbüroğlu’nun dediği gibi, dozer geldi, cipi çiğnemeden, kürüyüp atmadan gördü. Çevresine dolandı, yanından önünden yolu açtı, cipi kar birikintisinin içinden çekti, yola koydu. Dozerin gelirken açtığı yol, yeniden kapanmıştı. Yol kıyısındaki kürtün olmasa, yol belli değildi.

Dozer önden yolu aça-aça, cip ardından yavaş-yavaş ilerledi, Cide’ye ulaştılar.

Cideliler, çarşı içine dizilmiş, dozere ve cipe bakıyor, kimileri de alkışlıyordu. Öncelikle aşevine gidip karınlarını doyurdu, sonra da kahvehanede çay içti ısındılar. Cide’nin aşevindeki yemekler, Azdavay’dan bir ileri, hep kara kelem ağırlıklıydı.

Kahvehanenin üstündeki odalarda üşüyerek yattılar. Soba yanıyor, odayı ısıtmıyordu.

Ertesi günü, herkes işine görevine dağıldı. Öğretmenlerden biri, daha doğrusu en yenisi ilköğretim müdürlüğüne uğramalıydı. Resmi atanma yazısını elden getirmişti. İlköğretim müdürlüğünü buldu, dış kapıdan salona girdi. Salon da odaya benzer bir yer yoktu. Gıcırdayan ağaç merdivenden yukarı çıktı, karşısına gelen ilk odadan içeri girdi. Yanında getirdiği yazıyı masada tek başına oturan adama verdi. Adam yazıyı aldı, okudu, öğretmenin yüzüne baktı:

“Ay oğlum; hiç mi yiyecek ekmeğin yoktu da böyle bir günde yola çıktın?” dedi, yazıyı eline verdi, müdürün odasını tarif etti. Yeni öğretmen böyle bir söz işitmekten mutlu olmadı.

“Neden sormadan girdim, rast gele bir odaya?” diye düşünmesini tamamlamadan, kapısı açık olan müdürün odasına girdi. Müdür:

“Buyur evlat” dedi, yeni öğretmenleri olduğunu bilmişçesine.

Telaşlanmadan resmi yazıyı okudu, önüne bakarak geri yaslandı, yeni gelen öğretmenin yüzüne baktı:

“Bak evlat. Bu havada, bu günlerde o köye gidemezsin. Gitsen de yollamam. Seni bu günden göreve başlatıyorum. Havalar düzelip yollar açılıncaya kadar burada yat. Lokantadan ye, yanı başındaki kahvehanede çayını iç. Üstünde yat, paran yoksa para vereyim” dedi. Yeni öğretmen müdürün yüzüne baktı. Saçlarına ak düşmüştü. Saçlarıyla ilgili olmasa da, yüzünden okunduğu kadarıyla “alay” etmiyordu. Öğretmen, iki arada bir derede kaldı, kahvehaneye döndü.

Yolların açılmasını bekleyen başka öğretmenlerle tanıştı. Ak saçlı müdürün alay etmediğine, içten söylediğine iyice inandı.

Cidelilerle tanıştı. Konuşmalarını, yemeklerini yadırgamaz oldu. Yataklarına alışamadı. Oldukça nemli, soğuk ve kirliydi.

Günün birinde bir adam geldi, “öğretmenim seni almaya geldim” dedi.

Eğninde palto pardösü yok, örme yün kazak, üstünde ceket, ayaklarında kara lastik, bacaklarında dolak vardı. Bir de, uzun ince sopası.

Hava güneşli, yollar açıktı. Yürümek sorun değildi. Bir süre yürüdü, bir süre arkalarından yetişen tomruk kamyonuna bindiler. “Nadim Ağa’nın Hanında inip, yönlerini Şarbana’ya (Şenpazar) çevirdi, “dere senin tepe benim “ yürüdü, akşam olmadan Şarbana’ya ulaştılar.

Kahvehaneler, yolcuların evden kaçan mutsuzların barınak yeriydi. Bizim yolcular da, belki ikinci kahvehane olan yeni bir yapının altındaki yere oturdular. Adam belki de, bilerek yeni kahvehaneye götürdü öğretmenlerini.

Kendilerinden başka, bir iki kişi de yerliler vardı.

On kişinin içeceği kadar çay içtiler. Adam, öğretmenin çayı biter bitmez göz ediyordu kahveciye.

“İçemiyorum” dese de zorla içiriyor,

“İçimiz ısınsın öğretmen bey” diyordu.

Yatma zamanı geldi üst kata çıktılar. Yeni yapıda da değişen bir şey yoktu.

Somya yatak yeni, oda soğuk, nemli, çarşaflar kirliydi.

Yarı uyur, yarı uyanık sabah oldu. Kahvehaneye indiler. Daha kazan kaynamamış, çay demlenmemişti. Adam: “Bana az müsaade öğretmen bey” dedi, kapıdan çıktı gitti.

Az sonra, elinde iki sıcak ekmek, küçük bir kesekâğıdı zeytinle geldi. Kesekâğıdını yırttı, ikiye ayırdı, ekmeği ufak parçalara böldü: “Buyur öğretmen bey” dedi.

Ekmekle zeytin yabancısı değildi. Ekmeğin sıcak oluşu da cabası.

Zeytin ekmek yerken çay da demlendi. Doyasıya ekmek yedi, bıkasıya çay içtiler. Birbirlerine bakıp, yapacak bir şeyleri olmadığını anlayınca, kahveciye: “Hadi bize eyvallah” deyip yola çıktılar.

Cide yol ayırımından bu yana geldikleri gibi, dere tepe geçerek değil, bir dağı tırmanarak çıktılar. Hani neredeyse, dengelerini sağlamasalar, sırtüstü yıkılacaklardı. Uzun süre kar birikintisine bata çıka tırmandılar. “Bitmeyecek sandığı yol bitmişti.

Köye geldiklerini köpek seslerinden anladı. Çamların arasındaki evler, akşamın alaca karanlığında görünmüyordu.

O’nu Cide’den almağa gelen adamla önünde çokan bir köpeğe: “Oşşt” deyip bir eve girdiler. Evin odasında ocak ve soba yanıyor, sobanın başında yaşlıca bir adam, “diz kırmış” oturuyordu. Evin içi sıcaktı. Birlikte geldikleri adam; sediri, sedirin de köşesini gösterdi:”Buyur otur öğretmen bey” dedi,

Öğretmen: “Bey” lafını yadırgıyordu. “Daha kaç günlük şey” olduğunun farkındaydı. Öğretmen sedire oturdu, oturmadı, evin kadını elinde fenerle odaya girdi. Oda biraz daha aydınlandı. Fener ışığından önce, ocakta yanan odun ateşi aydınlatıyordu odanın içini. Hem de ısıtıyordu.

“Döndü kadın misafirine bak” dedi adam. Döndü Kadın feneri sergene koydu:

“Hoş geldiniz sefalar getirdiniz, ne iyi ettiniz de geldiniz, fakirhaneyi şenlendirdiniz” dedi. Çöktü, sobanın kapağını açıp baktı, sobanın içi yanan odunlarla doluydu. Hazır ocak yanarken saç ayağını ocağa, tencereyi üstüne koydu. Az sonra tencereye koyduğu su kaynadı. Suyun kaynama arasında sahanla getirdiği unu yavaş-yavaş kaynayan suyun içine döktü. Kim bilir kimin, genç çam ağacının sürgününden kesip yaptığı çırpacakla yavaş-yavaş karıştırdı. Piştiği kanısına varınca ocaktan indirdi, tencerenin önüne altına köz çekti. Tasta çırptığı yoğurdu içine döktü, karıştırdı.

Çabucak, tahtadan yapılmış tablayı ortaya, şimşir kaşıkları da üstüne koydu. Çorbayı tencereden ayaklı tasa boşalttı. Ekmekte getirdi; “Hadi buyurun, kusura bakmayın. Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer” dedi. İstemeyerekte olsa gülüştüler.

Aynı tastan, kaşıkları çarpıştırmadan bir ekmekten ısırıp, bir çorbadan kaşıkladı karınlarını doyurdular.

Yorulmuşlar, geç vakit de olmuştu. Yemek yedikleri, oturdukları odaya kişi başı yatak serildi, hepsi aynı odada yatıp uyudular.

Sabah kalktıklarında, öğretmen camdan baktı, çevreyi daha net gördü. Tırmandıkları dağın zirvesindeydiler. Karşı köyle aralarında, çıktıkları kadar çetin bir vadi vardı. Vadinin ötesi gideceği Yarımca Köyü İlkokuluydu. Köyün önceki adının, Samay olduğu kayıtlarda yazılıydı. Komşu köyler o köyü Samay olarak bilirlerdi.

“Senin okul daha” dedi adam, parmağıyla o tarafı göstererek. Yeni öğretmen gösterilen yöne baktı; okula benzer bir yapı göremedi. Adam göremediğini hemen anladı:

“Bak-bak. Samanlığın altındaki evin öte yanı.” Dedi. Öğretmen anlamış gibi yaptı. Adam, öğretmenin anlayamadığını bu kez anlayamadı.

Sabah kahvaltısından sonra, okulun bulunduğu mahalleye gitmek için evden ayrıldılar. Evin kadını:

“Kapımız açık. Her zaman buyurun. Güle-güle gidin, yine gelin yine buyrun” dedi, bir süre arkalarından baktı.

Yeni öğretmenle, onu Cide’den almaya gelen adam, bir süre kolayca inişi indiler. Çıkışları, inişleri kadar kolay olmadı. Yamacı, testere dişi gibi zikzak çizerek tırmanıp, köye girdiler. Üç-beş evi geçip, birisine yaklaştıklarında, evin önünde, kumaş pantolon, yün kazak, kumaş şapkalı bir adam dikiliyordu. Pantolon ve şapka, “balık kılçığı” desenliydi.

Adamın duruşu, beğenilir cinstendi. Ne eziliyor, ne de kasılıyordu. “Muhtar ne yana?” dedi, adam. Muhtar da:

“Koltuk odasına” dedi.

Adamla öğretmen merdiveni çıkıp odanın birisine girdiler. Soba yanıyordu. Artlarından, bir kucak odunla muhtar da girdi. Odunu ocakla soba arasındaki boşluğa boşalttı, sobanın kapağını açtı baktı, içinin odun dolu olduğunu belli etti.

Hal hatır, hoş beşten sonra; akşam oldu.

Akşam yemeğinde, kara kelem sarmasıyla tepsi böreği vardı.

Börek, dilinmiş bir yufkanın, yağda kızartılıp, başka bir yufkanın içine sarılarak yapılmıştı.

Az sonra köylüler “oturmağa” geldiler. Her gelenin bir elinde fener, öteki elinde sığları takılı örülmek üzere olan çorap vardı. Oturan fenerini söndürüp, yanı başına koyuyordu. Yeni öğretmen, “oyun çıkarıyorlar” sandı.

Kendi köylerinde de, Araç köylüklerinden kabuk satmaya gelenlerin yanına oturmaya gittiklerinde ansızın habersiz doğaçlama oyun oynarlardı. Bu olaya: “oyun çıkartmak” denirdi.

Hoş beşten sonra çorapları örmeğe başladılar. Kimi yarı etmiş, kimide bitirmek üzereydi.

Muhtarın gaz lambası, ocakla terece arasında asılı olduğu yerde yanıyordu.

Oyun olmadığını, o köyde çorap ve benzeri örgüleri erkeklerin ördüğünü, hem o gece, hem de daha sonra öğrendi.

Yeryüzü, okula gidilemeyecek kadar karla kaplıydı. Suya samana gitmek için köycek yol, kimi yerlerde de tünel açıyorlardı. Öğretmen okula gitse bile, öteki mahallenin çocuklarının okula gelmesi olanaksızdı. Öğretmen okuluna gitmek istese de köylüler ve muhtar, öğretmeni okula yollamadılar.

Çoğu zaman muhtarın “koltuk odasında” kimi zaman da köyden birilerinin evinde “lafladılar.“

Muhtardan başka, ikinci odası olan yoktu.

Karlar erimeğe, yollar açılmağa başladı. Köylülerin direnmesine karşın öğretmen okulu açmakta kararlıydı.

Okuluna gitti. Önce dıştan, kapısını açtı içten gördü. Her yeri oldukça hüzün vericiydi. Tamamı ahşap, çatısı bile “badavra” dedikleri tahtayla kaplıydı.

Okulun bir sınıfı, bir de odası vardı. Öğretmenin tuvaleti odasına bitişik, çocuklarınki dışarıdaydı.

Odanın da sınıfında küçücük birer pencereleri vardı.

Sınıfın sobasını yakıp, muhtar ve köylülerle akşama kadar oturdular. Kimi yatak, kimi yorgan, yastık, soba, maşa, kilim, deri, getirip öğretmenin odasını döşediler.

O gece muhtar öğretmenin yanında yattı. Gizlice, evden tüfeğini de getirtti.

Yatıp uyudular. Öğretmen, gece uyku arasında kimi tıkırtılar duydu. Muhtar, döneleyip, zorla öksürdü.

Sabah oldu, muhtarın evine gittiler.

Yatma zamanı öğretmen okuluna gitmek istedi. Muhtar yollamadı. Öğretmen diretti. Muhtar baktı fayda yok, anlatmağa karar verdi:

“Bak hocam. Senden öncekinden de önce, Taşköprülü, Sabri Uzun adında bir öğretmen vardı. Her gece bir tarak fişek harcardı. Ondan sonra İzmirli bir öğretmen geldi, üç gün durdu kaçtı. Seni de kaybetmek istemeyiz. Okulda yatamazsın Okul “sınangulu” (cin peri durağı, uğrak yeri) Okulu yapacak yer bulamamış, mezarlığın üstüne yapmışlar. Her gece gelip korkutuyorlar. O gece yine geldiler. Sen duymadın” dedi muhtar.

“Başka?” dedi öğretmen.

“Başka bir şey yok” dedi muhtar.

Öğretmen üstelemedi. Ertesi gün bağlasalar durmamaya karar verdi.

Yattığında, anlatılanların ne olabileceğini düşündü. Gerçekten o geceki tıkırtı, fare tıkırtısından büyüktü.

Okula vardığında okulun çevresini dolanmak, delik deşik bir yerler aramak, tahminlerde bulunmak istedi, okulu dolaşamadı. Üç tarafı düz bir yanı uçurumdu.

1935 Yılında, dik vadinin yamacına meşe ağaçlarını gövdesinden çakmış dizmişler toprakla doldurup düzlemiş, o düzlüğe okulu yapmışlar. Görebildiği okulun üç yanında, her hangi bir yaratığın girebileceği bir aralık, bir delik yoktu.

Akşam köylülerle birlikte uzun süre oturdular. Odun bol, soba sürekli yanıyordu.

Muhtar öğretmenle kalmak istedi, öğretmen razı olmadı. Muhtarda, köylülerde öğretmenin başına bir iş gelmesinden korktular.

Sabah okula gelip öğretmenin sağ salim oluşuna sevindiler. Öğretmenin muhtardan başka canı ısındığı “serseri” dedikleri bir adam vardı. Kimse duymadan:

“Yarın pazara gidecek misin?” dedi. Aslında, her hafta giderlerdi de, ne olur ne olmaz.

“Giderim” dedi, Serseri.

“Bana bir fare kapanı getir” dedi, yavaşça.

Serseri kimseye çaktırmadan fare kapanını aldı geldi. Öğretmen gece yatmadan, geçen hafta aldırdığı kabuklu fıstıktan bir tanesini çatlatıp kapana taktı, tuvaletin önündeki boşluğa bırakıp yattı uyudu.

Gece, takırtıları yine duydu. Tavan arasının derinliklerinden geliyor, ocakla terece arasında duruyor, tepinip zıplayıp geri dönüyorlardı.

Az sonra, kapanı kurduğu yerde kapan sesi duydu. Yataktan kalkmadı. Hava ışıyıp sabah olduğunda ve uyandığında, kapanı koyduğu, tıkırtısını duyduğu yere baktı, ne kapan vardı, ne kapana kapılan.

Olanları yorumlamaya çalıştı, bir sonuca varamadı.

Aynı adama bir kapan daha ısmarladı. Kapanı aynı yere koydu. Sonunu yediği fıstıklardan fıstık ayırmayı unutmuştu. Kapanı bir telle tuvalet kapısının pervazına çaktığı çiviye bağladı.

Bu kez peynir taktı. Gece uyumayacak, yaratığın ya da ruhun kapanla nasıl boğuştuğunu, nasıl alıp gittiğini gözleyecekti.

Bir türlü gelip giden, tıkırdayan yoktu. Uyku iyice bastırmış gözleri kendiliğinden kapanıyordu. Gaz lâmbasını üfledi, yattı. Yatar yatmazda uyudu.

Uyku arasında, birilerinin kapanı yerden yere vurduğunu duydu. Kalkıp bakamadı.

Bir süre sonra, kapan takırtısı kesildi.

Sabah aydınlığında, korkusuzca oda kapısını açıp baktı. Tuvalet kapısı, oda kapısının hemen yanındaydı. Kapanı ve kapılanı gördü, hem hayret etti, hem içindeki soluğun tümünü birden boşalttı.

Halkı davet edesi, şölen düzenleyesi geldi. Kapanda, “kedi yavrusu gibi” fare cansız yatıyordu.

Kapan tam ensesinden kapmıştı.

Az sonra muhtarın sesi duyuldu: “Hoca uyandın mı?” der demez kapıdan girdi. Öğretmen hiç ses vermedi. Muhtar, kapandaki fareyi gördüğünde, irkildi, heykirdi, eliyle çenesinden yapışıp, sakalını sıvazlar gibi yaptı: “Şöyle şey görmedim” dedi.

Sesini duyurabildiği bir iki kişiye daha çağırdı.

Fare ve kapan akşama kadar olduğu gibi kaldı. Gelen giden baktı, şaştı..

O akşam öğretmen kapanı yine kurdu, gelen yakalanan olmadı.

Aralıklarla bir iki daha yakalandı, bir daha gelen, tıkırdayan olmadı.

Olayı, köyün içinde herkes birbirine anlattı. Köyden köye yayıldı. Bir daha okulda yalnız kalan öğretmene acıyan olmadı.

Yollar geçit vermeye başlayınca, öğrenciler gelmeye başladı. Doğru dürüst ne kalemleri ne kitapları, ne eğin başları vardı.

Sınıf “tımtıkır”, harita, metre, tarih ve mevsim şeridi yoktu.

Eldeki olanaklarla yapılması gerekenleri yapmaya çalıştılar.

Yollar iyice açılsa da sınıfın yarıdan fazlası hiç gelmiyordu. Araştırdı, muhtara sordu doyurucu bir yanıt alamadı. Üstelemesi sonucu, nedenlerini öğrendi. Kimilerinin okula gelirken giyeceği giysisi, ayağının kabı, önlüğü yoktu. Kimileri de, anneleri İstanbul’da çalışmakta (hizmetçilikte) olan küçük kardeşlerine bakıyorlardı. Muhtar: “Kafanı takma hoca, geleni okut” diyordu.

Üç gün okula gelmeyenin jandarma zoruyla getirtilmesi gerektiğini biliyordu da, çözüm değildi.

Okula gelmeyen öğrencilerin, nenelerini, dedelerini teker-teker dolaştı. Önlük giyme zorunluluğunu kaldırdı. Yarım gün okula gelip, yarım gün evde yardım edeceklerdi.

Devamsız öğrenci kalmadı.

Gelemedikleri zamanlarda, ne yaptıklarını, ne öğrendiklerini birbirlerinden öğrendiler.

Öğretmen mutluydu. Yazacak kalemleri, okuyacak kitapları olmasa da, konuşuyorlardı.

Tebeşirleri bitti. Şen Pazarda (Şarabana) da bulduramadılar.

Zaten, iki bakkal, bir fırın, bir karakol, bir okul, birkaç ta bina vardı. Bakkallar yazdan malı yığabildiği kadar yığar, yaza kadar satardı. Kış ortasında biten bakkal çeşidi olabilirdi.

Hayıflanmalar sırasında çocuğun birisi: “öğretmenim bizde tebeşir var. Böyle” dedi, elini kaldırıp azıcıkta yumruk yaparak.

Çocuk akıllı başlıydı. Saçmalaması beklenemezdi de, dağın başındaki bir evde tebeşir ne gezerdi. Üstelik yumruk gibi. Öğretmen öyle bir tebeşir ne görmüş, ne de kullanmıştı. Kaybedecek bir şey de yoktu.

“Yazıyor mu oğlum?” dedi öğretmen.

“Babam İstanbul’dan getirdi, yazıyor öğretmenim” diye yanıtladı çocuk. Öğretmen, nereye yazdığını, yazma denemesini nerede yaptığını sormadı. Ocakla duvar arasındaki bucak, ya da dolap kapılarına yazdıklarını, uzlaşmaya gittiğinde görmüştü.

“Getir o zaman” dedi öğretmen.

“Tamam,öğretmenim” dedi çocukta.

Ertesi günü öğretmen sınıfa girdiğinde; çocuğun karatahtada toplama işlemi yaptığını gördü. Kaç gündür tebeşirsiz kalan karatahta, beyaz tebeşir izli yüzüyle gülüyor gibiydi. Tahtada tebeşir izini gören öğretmen, çocuğun eline baktı, bir kutu tebeşir donmuş gibiydi. O beyaz parçayı çocuğun elinden aldı merakla baktı. Çerçevesi alçıdan yapılmış ayna kırığıydı. Çevresinde, Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes, Cemal Gürsel resimleri olan, koltuk altlarında, çarşı pazarda satılan aynalar görmüşte, kırık alçı kenarlarının tebeşir gibi yazabileceğini hiç akıl edememişti.

O parça, tebeşirden de dayanıklıydı.

Uzun süre tebeşirlik etti.

Öğretmen okulu açtı açalı, komşu mahalleden bir aile “ısrarla” davet ediyordu. Yollar karlıyken gidip gelmeyi gözü almadı. Karlı yolların karı eriyince, o evin çocuğuyla davet edildiği eve gitti.

Yiyip içti, yatıp kalktılar. Ertesi sabah okula yetişebilecek şekilde o mahallenin çocuklarıyla yola çıktılar. Yolun kimi yeri sulu karlı, kimi yeri çamurluydu. Kardan kaçsalar çamur, çamurdan kaçsalar sulu kara basmak zorundaydılar.

“Öğretmen adam” da “kara lastik” giymezdi. Ayaklarında, altı kösele, üstü deri ayakkabısı vardı.

Okula geldiler. Çocukların ayakları kuru, öğretmenin ayakları, çorabı ve ayakkabısıyla sırılsıklamdı.

Başka çorabı da, ayakkabısı da yoktu. Ne edebileceğini düşündü buldu: Taşköprülü Sabri Uzun, kara lastiklerin topuklarını kesmiş terlik yapmış, odayla tuvalet arasında duruyordu. Ayakkabı ve çoraplarını çıkarttı, terliği giydi, bir iki dakika gecikme ile dersine girdi. Çorapları ve ayakkabılarını sobasını yaktığı odasına kurumaya bıraktı.

Çorapsız ayakları, terlik içinde üşüdü. Sobanın yanına gelip, hem konuştu, hem ayaklarını ısıttı. Sınıf ısınınca ayakları üşümez oldu.

Sınıfın kapısı hızla açıldı, duvara vurdu.. Kara çizmeli, başı başlıklı kalınca bir adam sınıfa yel gibi girdi:

“Ben müfettiş Mahmut İşkembeci” dedi, gitti öğretmen masasına oturdu. Öğretmen zaten masaya hiç oturmaz, ders defterini yazması, imzalaması gereken yerleri imzalarken sandalyesine bir iki dakika ilişirdi.

Sınıfta kısa süreli bir sessizlik oldu. Öğretmen, kaldığı yerden dersle ilgili konuşmasını sürdürdü. “İşkembeci” masadan kalktı, bir eliyle sandalyesini sürükleyerek sobanın başına geldi, sandalyeye bakmadan el yordamıyla oturdu. Çamurlu çizmesi ile soba tablasına bastı. Gözüne kestirdiği yetişkince iki kız öğrenciyi parmağıyla çağırdı. Bu arada çizmesinin birisini çıkartıp kız öğrencinin birisinin eline, öteki çizmeyi de çıkartıp öteki kızın eline verdi.”Yıkayıp getirin” dedi. Soba tablasına bastığı ayaklarında, örme yün çorap vardı.

Kız öğrenciler çizmeyi yıkayıp getirdiler. Oluk yakındı. Çizmeleri giydi, ayaklarıyla evirdi çevirdi baktı. Çizmelerde çamur yoktu. Oturduğu yerde doğruldu: “Muhtarın evini kim biliyor?” dedi. Sınıfın yarısı elini kaldırdı. Parmaklar birer-birer düşmeye başladı. Tek kişinin parmağı havada kaldı.

“Muhtarın oğlu öğretmenim” dediler bir ağızdan.

“Git babana söyle, yemeği hazırlatsın. ‘Müfettiş geldi’ de” dedi. Muhtarın oğlu, fırladı gitti. O arada İşkembeci çocuklara bir iki soru sordu, öğretmenin planlarına ders defterine baktı, hiçbir öneride bulunmadı, hal hatır sormadı.

Öyle saati geldi, çıktı gitti.

Öğretmen arkasından gitmedi. Aslında, her öğlen muhtara giderdi. Yemeği birlikte yiyorlardı. Çoğu zaman da onda kalıyor ilk geldiği günlerde kaldığı “koltuk odası”nda yatıyordu.

Öğretmen okuldaki odasına girdi, kuruyan çoraplarını giydi, sobaya odun attı, sırt üstü yattı. Olanları gözden geçirdi, yorumlamaya çalıştı.

Aslında, kapı tıklamazlardı da, kapı tıkladı. Gelen, öğrencisi Muhtarın oğluydu.

“Babam sizi bekliyor öğretmenim” dedi. Öğretmen, muhtarın içinden geçenleri okudu. Kalktı gitti.

Sofra kurulmamış, oturuyorlardı. Mahmut İşkembecinin “suratı bir karış”tı. Sofra kuruldu, yemekler yendi.

İşkembeciyi muhtar kapıya kadar uğurladı.

Okula bir yabancının geldiğini duyunca; “Hocanın misafiri geldi” deyip, horozu kesmiş, pişirtmiş.

“Vallahi yedirmeyecektim sen gelmeseydin” dedi.

Bahar geldi, çevrede kar kalmadı. Çimenler yeşerdi. Geldiği günden beri Cide’ye gitmemişti. Komşu köy öğretmenleri ile sözleştikleri gün, Cide’ye gittiler.

Kahvehanede rastladıkları postacı, omzunda taşıdığı kara çantadan, sarı zarfları çıkartıp, birer tane verdi. “Teftiş raporu,” dedi deneyimli öğretmenler.

Kimse zarfını açmadı okumadı cebine koydu. Gezip tozup, yiyip içip köylerine döndüler.

Muhtar yine kapıda karşıladı öğretmeni. Elinde taşıdığı dolu fileyi görünce: “Vallahi yüzüne bakmam bir daha böyle yaparsan” dedi.

Öğretmen sustu. O gece birlikte oturdular. Öğretmen yine “koltuk odasında” yattı. Ertesi günü okula geldiğinde, aklına gelen sarı zarfı, ceketinin iç cebinden çıkarttı, hırpalamadan zarfı açtı, içinden çıkarttığı daktilo yazısıyla yazılmış yazıyı okudu.

Başlık, adı soyadı, doğum tarihi, görevli olduğu okul gibi bölümlerin ardından gelen basmakalıp tümcelerden sonra, teftiş raporunun bitiş bölümünde:

“Terlikle ders yaptığı görüldü. Başka bir becerisi görülmedi” yazıyordu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder