28 Şubat 2010 Pazar

Şenpazar Aybasan Köyü El Sanatları Kursu Sergisi Açıldı

























Şenpazar Belediye Başkanımız Sn. Suat Saygın, İşkur, Şenpazar Halk Eğitim Merkezi işbirliğiyle düzenlenen Aybasan Köyü hanımlarının dokuma sergisini açtı.



Sergide Halk Eğitim Müdürümüz Sn. Hasan Savan, Aybasan Muhtarı Sn. Ali Gündağ, Kursiyerler ve Kurs Öğretmenleri ile Şenpazar Halkının yoğun ilgisiyle açılan serginin Şenpazar Aybasan Köyüne ve İlçemize hayırlı olsun der, emeği geçenlere Saygılar sunarız.

Cafe-Şen Açıldı






















Şenpazar İlçemizin sevilen simalarından Özel İdare Müdürümüz Sn. Cemal Özkan’ın oğlu için açtığı adını Şenpazar’ın Şen’inden alan, adı gibi Şen Cafe açıldı.



Açılışı Cide Esnaf ve Sanatkarlar Odası Başkanı Sn. Vecihi Yücel ile Belediye Başkanımız Sn. Suat Saygın yaptılar.



Kendilerine bol kazanç ve esenlikler dileriz.

26 Şubat 2010 Cuma

ŞENPAZAR'DA YANGIN



























25 Şubat 2010 Perşembe günü saat 16.30 sıralarında Şenpazar Merkezde ( İlçenin girişinde bulunan fırının ve Kılıçoğlu'nun en üst katında) elektrik prizinden çıktığı belirtilen yangın meydana gelmiştir. İçeride bir çocuğun bulunduğu söylentileri heyecana yol açarken, 1 saat sonra gerçek anlaşıldı ve çocuğun dışarıda olduğu öğrenildi. Şenpazar,Azdavay,Ağlı ve Cide 'den gelen itfaiye ekipleri yangına müdahale etti. Saat 20.30 sularında yangın kontrol altına alınarak söndürüldü. Can kaybının yaşanmadığı felaket sonrasında maddi hasar tesbit edildi. Şenpazar halkımıza geçmiş olsun der, bu tarz felaketlerin yaşanmamasını dileriz

ŞENPAZAR

KENDİ ÇEKİMLERİM ŞENPAZAR

ŞENPAZAR HAYRAN SAYFASI

ŞENPAZAR

ŞENPAZAR

ŞENPAZAR DAN ÇİÇEK RESİMLERİ

ŞENPAZAR KUZTEKKE KÖYÜ

YARIMCA,SAMAY’DAN MEKTUP VAR

































Şenpazar’dayım.

Dağların başında yüce çamların arasında bir köydeyim. Kar kalınlığı bir metreye yakın. O karlar arasında üç beş ahşap ev görünüyor.

Bu güzellik tıpkı kartpostallardaki gibi ama bunlar İsviçre Alplerinden değil Kastamonu Şenpazar’dan.

Eskiler Samay derlermiş, Şimdiler de Yarımca diyorlar. İşte o köyden.

Tepeden köye bakıyorum.

Şenpazar eko turizminin merkezindeyim.

Ardımda karla kaplanmış asırlık çamlarıyla karaca kaya, önümde denizi bile gören yüksekliği ile kuş kayası, ortada yarımca.

Karnım acıkmış, üşümüşüm.

İzcilik Federasyonu başkanımız tempo Tv de Şenpazar Belediye Başkanımıza cebinde Şenpazar’daki evinin anahtarından bahsediyordu.

Benim anahtarım yok.

İhtiyacım da yok.

Hangi kapıyı çalsam benim evim sayılır nasıl olsa deyip.

Karları yara yara Ayşe teyzemin evinin kapısına geliyorum.

Ömer amcamla birlikte Ayşe teyzem beni kapıda karşılıyor.

—Gel diyorlar.

Çay çorba ne varsa, Allah ne verdiyse yeriz. Beni gören Muhtar Ertan köyün yetkilisi olarak olaya el koyuyor ve olmaz diyor. Bende misafirler.

Buzların camlardan bir karış sarktığı, kar kalınlığının bir metreye yaklaştığı köyümdeyim.

Muhtarın evinde yediğim yemekten sonra çaylarımızı sobanın karşısında kerevette içiyoruz.

Aklıma geliyor Recep amcaya diyorum ki.

—Sen yaştakilerin hatırlayacağı bir şey sormak istiyorum. Sizin köyde yine böyle bir kış günü muhtarın evinde kalan bir öğretmen varmış. Bildiniz mi? Hatırlar mısınız?

Recep ALTIKULAÇ derin bir iç çekiyor.

—Bilmez miyim diyor. Uzun boylu yakışıklı bir adamdı. O zamanlar Ortaokul Cide’deydi. Devam edebilmek için dilekçe yazmak gerekirdi. O öğretmenimiz hepimize tek tek yazdı. Okumamız için çok uğraştı diye anlatırken gözü bir zamanlar piknik yaptıkları kuş kayasına takılmıştı.

Fikri UZUN Hocamızı bundan uzun yıllar önce bu köyde çocuklara eğitim verirken düşündüm.

Hocamızın yazdığı ve bu köyde geçen hikâyeyi hatırlattım.

Kardan kapanan yolu olmayan bu köyde geçen uzun kış günlerini, o muhtar evini, hayaletli köy okulunu, kedi kadar fareleri, dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım. Fikri UZUN Hocamızla sürpriz bir telefon görüşmesi için numarasını istediler verdim.

Hocam yine kızacak bana, beni niye almadın diye ama söz. Bu bahar ayında muhakkak O’nun la birlikte geleceğiz. Öğretmeninizi size getireceğim.

Yine Kuş kayasına çıkıp piknik yapacağız. Yine soğan ekmek yiyip, denizi görmeye çalışacağız.

Artanları da yine etrafa dikeriz değil mi Fikri Hocam eskiden yaptığınız gibi. Yazın gelen giden yesin diye.

Köyde kimler kaldı diye muhtara soruyorum.

İmkânı olanlar kışın İstanbul’a gidiyorlar. Ben ve birkaç konu komşu burada kalıyoruz.

Bizler kış için hazırlıklarımızı taa bahardan yaparız. Her şeyimiz hazırlarız.

Onlar bunları anlatırken ben dışarıda karlar altında Samay’ı izliyorum.

Dönüşte.

Samay dağları, köyleri, evleri, insanları bana bir mektup verdiler

Anlat dediler anlat bizleri. Buraları.

Anlatmam mı?

Şenpazar’dan, Samay’dan. Yarımca’dan. Bir mektup getirdim size.

“Mektubuma başlamadan evvel üzerime farz olan selamlarımı sunar diye başlayıp, küçüklerin ellerinden büyüklerin gözlerinden öperimle biten.

Bir mektup, bir köy dolusu selam getirdim.

Hepinize…

Cebrail KELEŞ

ŞENPAZAR DA KAR POLİSİ




















Bu günlerde Şenpazar beyaz bir örtü altında.

Asayişin berkemal olduğu beldemizde, nöbeti devralan Kar polisinin mesaisi kısa sürdü.

Sabah dimdik duran kolu güneşin etkisiyle akşamüstü çoktan düşmüştü.

Şimdilik nöbeti bitti bir daha ki kar yağışına kadar istirahatlisin.





--
Cebrail KELEŞ

şenpazar Yarimcada Gecen Bir Hikaye Fikri Uzun Kaleminden























Böbüroğlu koltuğuna oturdu, bir eliyle direksiyondan yapıştı, öteki eliyle tuttuğu kontak anahtarını yerine takıp cipi çalıştırdı. Arkasına döndü, çabucak yolculara baktı, bakışlarıyla saydı. Yolcular tamamdı. “Yolcu yolunda gerek” dedi içinden.

Deneyimlerine bakılırsa, hava kar yağışlı olacaktı. Kastamonu Cide- Cide Kastamonu arası posta çekiyor, bulursa yolcu alıyor, yolcusuz da kalmıyordu. O gün, beş kişilik cipte, beş yolcusu vardı. Aralara yolcu almaz, alsa da sığmazdı.

Kastamonu’dan ayrıldı, Gölköy’ü Subaşı’nı geçti, Dadaya yaklaştı. Yolda bekleyip “hazırol” da dikilen iki kişiye:”Üzgünüm yer yok” der gibi, direksiyonu bırakıp, ellerini gökyüzüne açtı.

Daday’da, “çay ve yemek molası” verdi.

Yolcuların hepsi de Kastamonulu, iki öğretmen bir ebe, bir tarımcı, birisi de belirli işi olmayan bir vatandaştı. Önce lokantaya girdiler. Doğal olarak lokantacı, elindeki bezle silinmiş masayı bir kez daha sildi, ne yemek istediklerini sordu.
“Ne var yiyecek?” dedi, her gün oradan geçen, zaman-zaman da yemek yiyen Böbüroğlu. Lokantacı saydı:

“Kapuska, kara kelem, ısbıt sarması, tarhana çorbası, tava böreği, pirinç pilavı” dedi.

Öğretmenlerden birisi, yenisi: “tarhana çorbası” dedi. Çorba geldi.

Gurbet yabancısı değildi de. Gurbette olduğunu ağzına aldığı ilk kaşıkta anladı. Damak tadına uymuyordu.

Zar-zor, “açlık belasına” yedi.

Yanı başlarındaki kahvehaneden çaylar geldi, içti, ayrıca çay parası ödemediler.

Konuşmalara bakılırsa, Azdavay-Cide arası çok kar yağışlıydı.

Azdavay’da yağış yoktu. Gidemeyeceklerini anlasalardı, aslında kahvehanenin üstündeki odalardan birinde yatabilirlerdi.

O odalarda, bir yıl sonra on beş gün yatmak zorunda kalacağını şimdiden bilemezdi.

Yolcuların hepsi önce birbirlerine, sonra da Böbüroğlu’na, baktılar. Bakışmalar sonucu yola çıkmağa konuşmadan karar verdiler. Ve yola çıktılar.

“Az gidip, uz gitmeden,” kar yağışı başladı. Fırtına yok, yaprak kımıldamıyordu. Gökyüzünden yere inen kar taneleri, ya yolda birbirine yetişip, ya da yandan çarpıp birleşmiş olağanından oldukça büyük, “lapa-lapa,” ya da “yamalık gibi” yağıyordu. Hiç kimse tedirgin olmadı. Hem çevreye, hem de cipin camına düşen kar kümelerine bakıyor, hiç konuşmuyorlardı.

Çam ağaçları ağaç olmaktan çıkmış, ağaca benzeyen kar kümeleri gibiydi.

Cip, yolda biriken karları ezip yarıp geçiyordu.

Yol kıyısındaki ağaçların, şemsiye görevi yaptığının farkına daha sonra vardılar. İnişleri inip, dönemeçleri döndü, yokuşları çıktı, düzlüğü geçemediler. Çamlı, ağaçlı alan bitmiş, fırtına da çıkmıştı. Önlerinde, öncekinden iki kat fazla kar birikiyordu. Cip, boğuşurcasına kar kümesini yırtıyordu. Kısa süre sonra cip, hem gökyüzünden yağan, hem de fırtınayla biriken kar birikintisini yırtamaz oldu, olduğu yerde kaldı. Hava da kararmak üzereydi. Karardı. Korkmaya başladılar. Dağın başında, cipin içinde ne yapacaklardı? Cide’nin uzaklığını, yakınlarda bir köy olup olmadığını araştırdılar birbirlerinden ve Böbüroğlu’ndan.

Umutları sonuçsuz kaldı.

Böbüroğlu hiç tasalanmıyor, postanın gelmediğini görünce, kara yollarının armağan ettiği dozerin yola çıkarılacağını biliyordu.

Kar yağdıkça, cipin kapıları da açılmaz oldu. Son bir gayretle açılan kapıdan çıkabilenler, tuvalet gereksinimlerini giderip, çabucak cipe dönüyordu. Hem fırtına çıkmış, hem hava soğumuş, hem de çevrede kurtlar uluyordu.

Çipin kapısı açılmaz oldu. Üzülenlerin yanında sevinenler de vardı. Kendilerini güvende saydılar. En azından kurtlar içeri giremezdi.

Nasıl olduysa, sabah oldu. Böbüroğlu’nun dediği gibi, dozer geldi, cipi çiğnemeden, kürüyüp atmadan gördü. Çevresine dolandı, yanından önünden yolu açtı, cipi kar birikintisinin içinden çekti, yola koydu. Dozerin gelirken açtığı yol, yeniden kapanmıştı. Yol kıyısındaki kürtün olmasa, yol belli değildi.

Dozer önden yolu aça-aça, cip ardından yavaş-yavaş ilerledi, Cide’ye ulaştılar.

Cideliler, çarşı içine dizilmiş, dozere ve cipe bakıyor, kimileri de alkışlıyordu. Öncelikle aşevine gidip karınlarını doyurdu, sonra da kahvehanede çay içti ısındılar. Cide’nin aşevindeki yemekler, Azdavay’dan bir ileri, hep kara kelem ağırlıklıydı.

Kahvehanenin üstündeki odalarda üşüyerek yattılar. Soba yanıyor, odayı ısıtmıyordu.

Ertesi günü, herkes işine görevine dağıldı. Öğretmenlerden biri, daha doğrusu en yenisi ilköğretim müdürlüğüne uğramalıydı. Resmi atanma yazısını elden getirmişti. İlköğretim müdürlüğünü buldu, dış kapıdan salona girdi. Salon da odaya benzer bir yer yoktu. Gıcırdayan ağaç merdivenden yukarı çıktı, karşısına gelen ilk odadan içeri girdi. Yanında getirdiği yazıyı masada tek başına oturan adama verdi. Adam yazıyı aldı, okudu, öğretmenin yüzüne baktı:

“Ay oğlum; hiç mi yiyecek ekmeğin yoktu da böyle bir günde yola çıktın?” dedi, yazıyı eline verdi, müdürün odasını tarif etti. Yeni öğretmen böyle bir söz işitmekten mutlu olmadı.

“Neden sormadan girdim, rast gele bir odaya?” diye düşünmesini tamamlamadan, kapısı açık olan müdürün odasına girdi. Müdür:

“Buyur evlat” dedi, yeni öğretmenleri olduğunu bilmişçesine.

Telaşlanmadan resmi yazıyı okudu, önüne bakarak geri yaslandı, yeni gelen öğretmenin yüzüne baktı:

“Bak evlat. Bu havada, bu günlerde o köye gidemezsin. Gitsen de yollamam. Seni bu günden göreve başlatıyorum. Havalar düzelip yollar açılıncaya kadar burada yat. Lokantadan ye, yanı başındaki kahvehanede çayını iç. Üstünde yat, paran yoksa para vereyim” dedi. Yeni öğretmen müdürün yüzüne baktı. Saçlarına ak düşmüştü. Saçlarıyla ilgili olmasa da, yüzünden okunduğu kadarıyla “alay” etmiyordu. Öğretmen, iki arada bir derede kaldı, kahvehaneye döndü.

Yolların açılmasını bekleyen başka öğretmenlerle tanıştı. Ak saçlı müdürün alay etmediğine, içten söylediğine iyice inandı.

Cidelilerle tanıştı. Konuşmalarını, yemeklerini yadırgamaz oldu. Yataklarına alışamadı. Oldukça nemli, soğuk ve kirliydi.

Günün birinde bir adam geldi, “öğretmenim seni almaya geldim” dedi.

Eğninde palto pardösü yok, örme yün kazak, üstünde ceket, ayaklarında kara lastik, bacaklarında dolak vardı. Bir de, uzun ince sopası.

Hava güneşli, yollar açıktı. Yürümek sorun değildi. Bir süre yürüdü, bir süre arkalarından yetişen tomruk kamyonuna bindiler. “Nadim Ağa’nın Hanında inip, yönlerini Şarbana’ya (Şenpazar) çevirdi, “dere senin tepe benim “ yürüdü, akşam olmadan Şarbana’ya ulaştılar.

Kahvehaneler, yolcuların evden kaçan mutsuzların barınak yeriydi. Bizim yolcular da, belki ikinci kahvehane olan yeni bir yapının altındaki yere oturdular. Adam belki de, bilerek yeni kahvehaneye götürdü öğretmenlerini.

Kendilerinden başka, bir iki kişi de yerliler vardı.

On kişinin içeceği kadar çay içtiler. Adam, öğretmenin çayı biter bitmez göz ediyordu kahveciye.

“İçemiyorum” dese de zorla içiriyor,

“İçimiz ısınsın öğretmen bey” diyordu.

Yatma zamanı geldi üst kata çıktılar. Yeni yapıda da değişen bir şey yoktu.

Somya yatak yeni, oda soğuk, nemli, çarşaflar kirliydi.

Yarı uyur, yarı uyanık sabah oldu. Kahvehaneye indiler. Daha kazan kaynamamış, çay demlenmemişti. Adam: “Bana az müsaade öğretmen bey” dedi, kapıdan çıktı gitti.

Az sonra, elinde iki sıcak ekmek, küçük bir kesekâğıdı zeytinle geldi. Kesekâğıdını yırttı, ikiye ayırdı, ekmeği ufak parçalara böldü: “Buyur öğretmen bey” dedi.

Ekmekle zeytin yabancısı değildi. Ekmeğin sıcak oluşu da cabası.

Zeytin ekmek yerken çay da demlendi. Doyasıya ekmek yedi, bıkasıya çay içtiler. Birbirlerine bakıp, yapacak bir şeyleri olmadığını anlayınca, kahveciye: “Hadi bize eyvallah” deyip yola çıktılar.

Cide yol ayırımından bu yana geldikleri gibi, dere tepe geçerek değil, bir dağı tırmanarak çıktılar. Hani neredeyse, dengelerini sağlamasalar, sırtüstü yıkılacaklardı. Uzun süre kar birikintisine bata çıka tırmandılar. “Bitmeyecek sandığı yol bitmişti.

Köye geldiklerini köpek seslerinden anladı. Çamların arasındaki evler, akşamın alaca karanlığında görünmüyordu.

O’nu Cide’den almağa gelen adamla önünde çokan bir köpeğe: “Oşşt” deyip bir eve girdiler. Evin odasında ocak ve soba yanıyor, sobanın başında yaşlıca bir adam, “diz kırmış” oturuyordu. Evin içi sıcaktı. Birlikte geldikleri adam; sediri, sedirin de köşesini gösterdi:”Buyur otur öğretmen bey” dedi,

Öğretmen: “Bey” lafını yadırgıyordu. “Daha kaç günlük şey” olduğunun farkındaydı. Öğretmen sedire oturdu, oturmadı, evin kadını elinde fenerle odaya girdi. Oda biraz daha aydınlandı. Fener ışığından önce, ocakta yanan odun ateşi aydınlatıyordu odanın içini. Hem de ısıtıyordu.

“Döndü kadın misafirine bak” dedi adam. Döndü Kadın feneri sergene koydu:

“Hoş geldiniz sefalar getirdiniz, ne iyi ettiniz de geldiniz, fakirhaneyi şenlendirdiniz” dedi. Çöktü, sobanın kapağını açıp baktı, sobanın içi yanan odunlarla doluydu. Hazır ocak yanarken saç ayağını ocağa, tencereyi üstüne koydu. Az sonra tencereye koyduğu su kaynadı. Suyun kaynama arasında sahanla getirdiği unu yavaş-yavaş kaynayan suyun içine döktü. Kim bilir kimin, genç çam ağacının sürgününden kesip yaptığı çırpacakla yavaş-yavaş karıştırdı. Piştiği kanısına varınca ocaktan indirdi, tencerenin önüne altına köz çekti. Tasta çırptığı yoğurdu içine döktü, karıştırdı.

Çabucak, tahtadan yapılmış tablayı ortaya, şimşir kaşıkları da üstüne koydu. Çorbayı tencereden ayaklı tasa boşalttı. Ekmekte getirdi; “Hadi buyurun, kusura bakmayın. Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer” dedi. İstemeyerekte olsa gülüştüler.

Aynı tastan, kaşıkları çarpıştırmadan bir ekmekten ısırıp, bir çorbadan kaşıkladı karınlarını doyurdular.

Yorulmuşlar, geç vakit de olmuştu. Yemek yedikleri, oturdukları odaya kişi başı yatak serildi, hepsi aynı odada yatıp uyudular.

Sabah kalktıklarında, öğretmen camdan baktı, çevreyi daha net gördü. Tırmandıkları dağın zirvesindeydiler. Karşı köyle aralarında, çıktıkları kadar çetin bir vadi vardı. Vadinin ötesi gideceği Yarımca Köyü İlkokuluydu. Köyün önceki adının, Samay olduğu kayıtlarda yazılıydı. Komşu köyler o köyü Samay olarak bilirlerdi.

“Senin okul daha” dedi adam, parmağıyla o tarafı göstererek. Yeni öğretmen gösterilen yöne baktı; okula benzer bir yapı göremedi. Adam göremediğini hemen anladı:

“Bak-bak. Samanlığın altındaki evin öte yanı.” Dedi. Öğretmen anlamış gibi yaptı. Adam, öğretmenin anlayamadığını bu kez anlayamadı.

Sabah kahvaltısından sonra, okulun bulunduğu mahalleye gitmek için evden ayrıldılar. Evin kadını:

“Kapımız açık. Her zaman buyurun. Güle-güle gidin, yine gelin yine buyrun” dedi, bir süre arkalarından baktı.

Yeni öğretmenle, onu Cide’den almaya gelen adam, bir süre kolayca inişi indiler. Çıkışları, inişleri kadar kolay olmadı. Yamacı, testere dişi gibi zikzak çizerek tırmanıp, köye girdiler. Üç-beş evi geçip, birisine yaklaştıklarında, evin önünde, kumaş pantolon, yün kazak, kumaş şapkalı bir adam dikiliyordu. Pantolon ve şapka, “balık kılçığı” desenliydi.

Adamın duruşu, beğenilir cinstendi. Ne eziliyor, ne de kasılıyordu. “Muhtar ne yana?” dedi, adam. Muhtar da:

“Koltuk odasına” dedi.

Adamla öğretmen merdiveni çıkıp odanın birisine girdiler. Soba yanıyordu. Artlarından, bir kucak odunla muhtar da girdi. Odunu ocakla soba arasındaki boşluğa boşalttı, sobanın kapağını açtı baktı, içinin odun dolu olduğunu belli etti.

Hal hatır, hoş beşten sonra; akşam oldu.

Akşam yemeğinde, kara kelem sarmasıyla tepsi böreği vardı.

Börek, dilinmiş bir yufkanın, yağda kızartılıp, başka bir yufkanın içine sarılarak yapılmıştı.

Az sonra köylüler “oturmağa” geldiler. Her gelenin bir elinde fener, öteki elinde sığları takılı örülmek üzere olan çorap vardı. Oturan fenerini söndürüp, yanı başına koyuyordu. Yeni öğretmen, “oyun çıkarıyorlar” sandı.

Kendi köylerinde de, Araç köylüklerinden kabuk satmaya gelenlerin yanına oturmaya gittiklerinde ansızın habersiz doğaçlama oyun oynarlardı. Bu olaya: “oyun çıkartmak” denirdi.

Hoş beşten sonra çorapları örmeğe başladılar. Kimi yarı etmiş, kimide bitirmek üzereydi.

Muhtarın gaz lambası, ocakla terece arasında asılı olduğu yerde yanıyordu.

Oyun olmadığını, o köyde çorap ve benzeri örgüleri erkeklerin ördüğünü, hem o gece, hem de daha sonra öğrendi.

Yeryüzü, okula gidilemeyecek kadar karla kaplıydı. Suya samana gitmek için köycek yol, kimi yerlerde de tünel açıyorlardı. Öğretmen okula gitse bile, öteki mahallenin çocuklarının okula gelmesi olanaksızdı. Öğretmen okuluna gitmek istese de köylüler ve muhtar, öğretmeni okula yollamadılar.

Çoğu zaman muhtarın “koltuk odasında” kimi zaman da köyden birilerinin evinde “lafladılar.“

Muhtardan başka, ikinci odası olan yoktu.

Karlar erimeğe, yollar açılmağa başladı. Köylülerin direnmesine karşın öğretmen okulu açmakta kararlıydı.

Okuluna gitti. Önce dıştan, kapısını açtı içten gördü. Her yeri oldukça hüzün vericiydi. Tamamı ahşap, çatısı bile “badavra” dedikleri tahtayla kaplıydı.

Okulun bir sınıfı, bir de odası vardı. Öğretmenin tuvaleti odasına bitişik, çocuklarınki dışarıdaydı.

Odanın da sınıfında küçücük birer pencereleri vardı.

Sınıfın sobasını yakıp, muhtar ve köylülerle akşama kadar oturdular. Kimi yatak, kimi yorgan, yastık, soba, maşa, kilim, deri, getirip öğretmenin odasını döşediler.

O gece muhtar öğretmenin yanında yattı. Gizlice, evden tüfeğini de getirtti.

Yatıp uyudular. Öğretmen, gece uyku arasında kimi tıkırtılar duydu. Muhtar, döneleyip, zorla öksürdü.

Sabah oldu, muhtarın evine gittiler.

Yatma zamanı öğretmen okuluna gitmek istedi. Muhtar yollamadı. Öğretmen diretti. Muhtar baktı fayda yok, anlatmağa karar verdi:

“Bak hocam. Senden öncekinden de önce, Taşköprülü, Sabri Uzun adında bir öğretmen vardı. Her gece bir tarak fişek harcardı. Ondan sonra İzmirli bir öğretmen geldi, üç gün durdu kaçtı. Seni de kaybetmek istemeyiz. Okulda yatamazsın Okul “sınangulu” (cin peri durağı, uğrak yeri) Okulu yapacak yer bulamamış, mezarlığın üstüne yapmışlar. Her gece gelip korkutuyorlar. O gece yine geldiler. Sen duymadın” dedi muhtar.

“Başka?” dedi öğretmen.

“Başka bir şey yok” dedi muhtar.

Öğretmen üstelemedi. Ertesi gün bağlasalar durmamaya karar verdi.

Yattığında, anlatılanların ne olabileceğini düşündü. Gerçekten o geceki tıkırtı, fare tıkırtısından büyüktü.

Okula vardığında okulun çevresini dolanmak, delik deşik bir yerler aramak, tahminlerde bulunmak istedi, okulu dolaşamadı. Üç tarafı düz bir yanı uçurumdu.

1935 Yılında, dik vadinin yamacına meşe ağaçlarını gövdesinden çakmış dizmişler toprakla doldurup düzlemiş, o düzlüğe okulu yapmışlar. Görebildiği okulun üç yanında, her hangi bir yaratığın girebileceği bir aralık, bir delik yoktu.

Akşam köylülerle birlikte uzun süre oturdular. Odun bol, soba sürekli yanıyordu.

Muhtar öğretmenle kalmak istedi, öğretmen razı olmadı. Muhtarda, köylülerde öğretmenin başına bir iş gelmesinden korktular.

Sabah okula gelip öğretmenin sağ salim oluşuna sevindiler. Öğretmenin muhtardan başka canı ısındığı “serseri” dedikleri bir adam vardı. Kimse duymadan:

“Yarın pazara gidecek misin?” dedi. Aslında, her hafta giderlerdi de, ne olur ne olmaz.

“Giderim” dedi, Serseri.

“Bana bir fare kapanı getir” dedi, yavaşça.

Serseri kimseye çaktırmadan fare kapanını aldı geldi. Öğretmen gece yatmadan, geçen hafta aldırdığı kabuklu fıstıktan bir tanesini çatlatıp kapana taktı, tuvaletin önündeki boşluğa bırakıp yattı uyudu.

Gece, takırtıları yine duydu. Tavan arasının derinliklerinden geliyor, ocakla terece arasında duruyor, tepinip zıplayıp geri dönüyorlardı.

Az sonra, kapanı kurduğu yerde kapan sesi duydu. Yataktan kalkmadı. Hava ışıyıp sabah olduğunda ve uyandığında, kapanı koyduğu, tıkırtısını duyduğu yere baktı, ne kapan vardı, ne kapana kapılan.

Olanları yorumlamaya çalıştı, bir sonuca varamadı.

Aynı adama bir kapan daha ısmarladı. Kapanı aynı yere koydu. Sonunu yediği fıstıklardan fıstık ayırmayı unutmuştu. Kapanı bir telle tuvalet kapısının pervazına çaktığı çiviye bağladı.

Bu kez peynir taktı. Gece uyumayacak, yaratığın ya da ruhun kapanla nasıl boğuştuğunu, nasıl alıp gittiğini gözleyecekti.

Bir türlü gelip giden, tıkırdayan yoktu. Uyku iyice bastırmış gözleri kendiliğinden kapanıyordu. Gaz lâmbasını üfledi, yattı. Yatar yatmazda uyudu.

Uyku arasında, birilerinin kapanı yerden yere vurduğunu duydu. Kalkıp bakamadı.

Bir süre sonra, kapan takırtısı kesildi.

Sabah aydınlığında, korkusuzca oda kapısını açıp baktı. Tuvalet kapısı, oda kapısının hemen yanındaydı. Kapanı ve kapılanı gördü, hem hayret etti, hem içindeki soluğun tümünü birden boşalttı.

Halkı davet edesi, şölen düzenleyesi geldi. Kapanda, “kedi yavrusu gibi” fare cansız yatıyordu.

Kapan tam ensesinden kapmıştı.

Az sonra muhtarın sesi duyuldu: “Hoca uyandın mı?” der demez kapıdan girdi. Öğretmen hiç ses vermedi. Muhtar, kapandaki fareyi gördüğünde, irkildi, heykirdi, eliyle çenesinden yapışıp, sakalını sıvazlar gibi yaptı: “Şöyle şey görmedim” dedi.

Sesini duyurabildiği bir iki kişiye daha çağırdı.

Fare ve kapan akşama kadar olduğu gibi kaldı. Gelen giden baktı, şaştı..

O akşam öğretmen kapanı yine kurdu, gelen yakalanan olmadı.

Aralıklarla bir iki daha yakalandı, bir daha gelen, tıkırdayan olmadı.

Olayı, köyün içinde herkes birbirine anlattı. Köyden köye yayıldı. Bir daha okulda yalnız kalan öğretmene acıyan olmadı.

Yollar geçit vermeye başlayınca, öğrenciler gelmeye başladı. Doğru dürüst ne kalemleri ne kitapları, ne eğin başları vardı.

Sınıf “tımtıkır”, harita, metre, tarih ve mevsim şeridi yoktu.

Eldeki olanaklarla yapılması gerekenleri yapmaya çalıştılar.

Yollar iyice açılsa da sınıfın yarıdan fazlası hiç gelmiyordu. Araştırdı, muhtara sordu doyurucu bir yanıt alamadı. Üstelemesi sonucu, nedenlerini öğrendi. Kimilerinin okula gelirken giyeceği giysisi, ayağının kabı, önlüğü yoktu. Kimileri de, anneleri İstanbul’da çalışmakta (hizmetçilikte) olan küçük kardeşlerine bakıyorlardı. Muhtar: “Kafanı takma hoca, geleni okut” diyordu.

Üç gün okula gelmeyenin jandarma zoruyla getirtilmesi gerektiğini biliyordu da, çözüm değildi.

Okula gelmeyen öğrencilerin, nenelerini, dedelerini teker-teker dolaştı. Önlük giyme zorunluluğunu kaldırdı. Yarım gün okula gelip, yarım gün evde yardım edeceklerdi.

Devamsız öğrenci kalmadı.

Gelemedikleri zamanlarda, ne yaptıklarını, ne öğrendiklerini birbirlerinden öğrendiler.

Öğretmen mutluydu. Yazacak kalemleri, okuyacak kitapları olmasa da, konuşuyorlardı.

Tebeşirleri bitti. Şen Pazarda (Şarabana) da bulduramadılar.

Zaten, iki bakkal, bir fırın, bir karakol, bir okul, birkaç ta bina vardı. Bakkallar yazdan malı yığabildiği kadar yığar, yaza kadar satardı. Kış ortasında biten bakkal çeşidi olabilirdi.

Hayıflanmalar sırasında çocuğun birisi: “öğretmenim bizde tebeşir var. Böyle” dedi, elini kaldırıp azıcıkta yumruk yaparak.

Çocuk akıllı başlıydı. Saçmalaması beklenemezdi de, dağın başındaki bir evde tebeşir ne gezerdi. Üstelik yumruk gibi. Öğretmen öyle bir tebeşir ne görmüş, ne de kullanmıştı. Kaybedecek bir şey de yoktu.

“Yazıyor mu oğlum?” dedi öğretmen.

“Babam İstanbul’dan getirdi, yazıyor öğretmenim” diye yanıtladı çocuk. Öğretmen, nereye yazdığını, yazma denemesini nerede yaptığını sormadı. Ocakla duvar arasındaki bucak, ya da dolap kapılarına yazdıklarını, uzlaşmaya gittiğinde görmüştü.

“Getir o zaman” dedi öğretmen.

“Tamam,öğretmenim” dedi çocukta.

Ertesi günü öğretmen sınıfa girdiğinde; çocuğun karatahtada toplama işlemi yaptığını gördü. Kaç gündür tebeşirsiz kalan karatahta, beyaz tebeşir izli yüzüyle gülüyor gibiydi. Tahtada tebeşir izini gören öğretmen, çocuğun eline baktı, bir kutu tebeşir donmuş gibiydi. O beyaz parçayı çocuğun elinden aldı merakla baktı. Çerçevesi alçıdan yapılmış ayna kırığıydı. Çevresinde, Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes, Cemal Gürsel resimleri olan, koltuk altlarında, çarşı pazarda satılan aynalar görmüşte, kırık alçı kenarlarının tebeşir gibi yazabileceğini hiç akıl edememişti.

O parça, tebeşirden de dayanıklıydı.

Uzun süre tebeşirlik etti.

Öğretmen okulu açtı açalı, komşu mahalleden bir aile “ısrarla” davet ediyordu. Yollar karlıyken gidip gelmeyi gözü almadı. Karlı yolların karı eriyince, o evin çocuğuyla davet edildiği eve gitti.

Yiyip içti, yatıp kalktılar. Ertesi sabah okula yetişebilecek şekilde o mahallenin çocuklarıyla yola çıktılar. Yolun kimi yeri sulu karlı, kimi yeri çamurluydu. Kardan kaçsalar çamur, çamurdan kaçsalar sulu kara basmak zorundaydılar.

“Öğretmen adam” da “kara lastik” giymezdi. Ayaklarında, altı kösele, üstü deri ayakkabısı vardı.

Okula geldiler. Çocukların ayakları kuru, öğretmenin ayakları, çorabı ve ayakkabısıyla sırılsıklamdı.

Başka çorabı da, ayakkabısı da yoktu. Ne edebileceğini düşündü buldu: Taşköprülü Sabri Uzun, kara lastiklerin topuklarını kesmiş terlik yapmış, odayla tuvalet arasında duruyordu. Ayakkabı ve çoraplarını çıkarttı, terliği giydi, bir iki dakika gecikme ile dersine girdi. Çorapları ve ayakkabılarını sobasını yaktığı odasına kurumaya bıraktı.

Çorapsız ayakları, terlik içinde üşüdü. Sobanın yanına gelip, hem konuştu, hem ayaklarını ısıttı. Sınıf ısınınca ayakları üşümez oldu.

Sınıfın kapısı hızla açıldı, duvara vurdu.. Kara çizmeli, başı başlıklı kalınca bir adam sınıfa yel gibi girdi:

“Ben müfettiş Mahmut İşkembeci” dedi, gitti öğretmen masasına oturdu. Öğretmen zaten masaya hiç oturmaz, ders defterini yazması, imzalaması gereken yerleri imzalarken sandalyesine bir iki dakika ilişirdi.

Sınıfta kısa süreli bir sessizlik oldu. Öğretmen, kaldığı yerden dersle ilgili konuşmasını sürdürdü. “İşkembeci” masadan kalktı, bir eliyle sandalyesini sürükleyerek sobanın başına geldi, sandalyeye bakmadan el yordamıyla oturdu. Çamurlu çizmesi ile soba tablasına bastı. Gözüne kestirdiği yetişkince iki kız öğrenciyi parmağıyla çağırdı. Bu arada çizmesinin birisini çıkartıp kız öğrencinin birisinin eline, öteki çizmeyi de çıkartıp öteki kızın eline verdi.”Yıkayıp getirin” dedi. Soba tablasına bastığı ayaklarında, örme yün çorap vardı.

Kız öğrenciler çizmeyi yıkayıp getirdiler. Oluk yakındı. Çizmeleri giydi, ayaklarıyla evirdi çevirdi baktı. Çizmelerde çamur yoktu. Oturduğu yerde doğruldu: “Muhtarın evini kim biliyor?” dedi. Sınıfın yarısı elini kaldırdı. Parmaklar birer-birer düşmeye başladı. Tek kişinin parmağı havada kaldı.

“Muhtarın oğlu öğretmenim” dediler bir ağızdan.

“Git babana söyle, yemeği hazırlatsın. ‘Müfettiş geldi’ de” dedi. Muhtarın oğlu, fırladı gitti. O arada İşkembeci çocuklara bir iki soru sordu, öğretmenin planlarına ders defterine baktı, hiçbir öneride bulunmadı, hal hatır sormadı.

Öyle saati geldi, çıktı gitti.

Öğretmen arkasından gitmedi. Aslında, her öğlen muhtara giderdi. Yemeği birlikte yiyorlardı. Çoğu zaman da onda kalıyor ilk geldiği günlerde kaldığı “koltuk odası”nda yatıyordu.

Öğretmen okuldaki odasına girdi, kuruyan çoraplarını giydi, sobaya odun attı, sırt üstü yattı. Olanları gözden geçirdi, yorumlamaya çalıştı.

Aslında, kapı tıklamazlardı da, kapı tıkladı. Gelen, öğrencisi Muhtarın oğluydu.

“Babam sizi bekliyor öğretmenim” dedi. Öğretmen, muhtarın içinden geçenleri okudu. Kalktı gitti.

Sofra kurulmamış, oturuyorlardı. Mahmut İşkembecinin “suratı bir karış”tı. Sofra kuruldu, yemekler yendi.

İşkembeciyi muhtar kapıya kadar uğurladı.

Okula bir yabancının geldiğini duyunca; “Hocanın misafiri geldi” deyip, horozu kesmiş, pişirtmiş.

“Vallahi yedirmeyecektim sen gelmeseydin” dedi.

Bahar geldi, çevrede kar kalmadı. Çimenler yeşerdi. Geldiği günden beri Cide’ye gitmemişti. Komşu köy öğretmenleri ile sözleştikleri gün, Cide’ye gittiler.

Kahvehanede rastladıkları postacı, omzunda taşıdığı kara çantadan, sarı zarfları çıkartıp, birer tane verdi. “Teftiş raporu,” dedi deneyimli öğretmenler.

Kimse zarfını açmadı okumadı cebine koydu. Gezip tozup, yiyip içip köylerine döndüler.

Muhtar yine kapıda karşıladı öğretmeni. Elinde taşıdığı dolu fileyi görünce: “Vallahi yüzüne bakmam bir daha böyle yaparsan” dedi.

Öğretmen sustu. O gece birlikte oturdular. Öğretmen yine “koltuk odasında” yattı. Ertesi günü okula geldiğinde, aklına gelen sarı zarfı, ceketinin iç cebinden çıkarttı, hırpalamadan zarfı açtı, içinden çıkarttığı daktilo yazısıyla yazılmış yazıyı okudu.

Başlık, adı soyadı, doğum tarihi, görevli olduğu okul gibi bölümlerin ardından gelen basmakalıp tümcelerden sonra, teftiş raporunun bitiş bölümünde:

“Terlikle ders yaptığı görüldü. Başka bir becerisi görülmedi” yazıyordu

HELAL SÜT NEREDE BULUNUR?































Kastamonu’nun modern Evliya Çelebisi,

Editörümün deyimiyle “Dağın ardındakini bizlere fotoğraflarla anlatan gezgin”i sıfatıyla bir yolculuktan daha döndüm.

Elbette çıkınım boş dönmedim.

Harika fotoğraflar, inanılmaz halk hikâyeleri, efsanelerle dolu bir dağarcıkla döndüm.



Önce hikâyeyi anlatalım,

Abdülmecit, (d. 25 Nisan 1823, İstanbul – ö. 25 Haziran 1861, İstanbul). 31. Osmanlı padişahıdır.

II.Mahmut'un Bezmialem Sultan'dan olan oğludur. Osmanlı Devleti'nin son 4 padişahının hepsinin babasıdır. Ayrıca en çok sayıda oğlu padişahlık yapmış olan padişahtır.

İşte ileride yukarıdaki unvanlara sahip olacak olan O Şehzade doğmuştur.

Sarayda büyük bir sevinç vardır. Bu bebek tahtın, halifeliğin adayıdır. Doğumdan bir müddet sonra, bir sütanne aranır.

Ama sıradan bir süt değil helal süt olmalıdır.

Sütannenin özellikleri arasında mutlaka olması gereken şartlardan biri de,

Bırakın yedi göbek sülalesini, yaşadığı köyde, kasabada ve hatta ilçesinin bilinen tarihinde yüz kızartıcı bir suç işlenmemiş olması gerekir.

Kolay değil.

Padişah olmaya, halife olmaya aday bir şehzade için lazımdır.

Aranan süt bulunur.

Nerde mi?

Şenpazar’da, Harmangeriş köyünde hani o,

Kardelenlerin diyarında,

Bembeyaz karlar arasında açan ve o bembeyaz kar tanelerinin beyazlığını kıskandığı Kardelen çiçeğinin yetiştiği diyarda bulunur.

Kendisi de bir kardelen olan Hatice Hanımdır buldukları.

O hanım ki kar tanelerinin kıskandığı kardelenlerden daha ak ve temizdir.

Padişahın Dayesi yani sütannesi olur.

Artık Haremde Valide Sultandan sonra en yüksek rütbeli ve maaşlı kişi Hatice Hanımdır. Tüm bu civar araziler sütanneye verilir. O’da halkına vakfeder.

Hikâye bu kadar, doğruluğu hakkında bir teyit bulamasam da benim çok hoşuma gittiği için sizlerle paylaşmak istedim. Bir de benim açımdan bu hikâyenin ortaya çıkışı var o da şöyle;



Gazetemizde yayınlanan zamansız açan kardelen fotoğraflarım fotoğrafçı dostlarım arasında küçük çaplı bir deprem yarattığından bizzat gidip kendileri de çekmek istediler.

Şenpazar’a, âşıklı köyüne bir kez daha gitmek farz oldu.

Şenpazar’ı sakin bir tatil gününe uyanmışken bulduk.

Tatil gününde sabahın erken saatinde belediye’nin kapısını açık görünce destursuz daldık içeri. Malum artık ben de bir Şenpazarlı sayılırım!

Suat Başkanımızı bir elinde telefon önünde çay çalışırken bulduk.

—Aşıklıya gidiyorum başkanım kardelenlerin eksik kalan profil vesikalık fotolarını çekmeye dedim. Gülümsedi.

—Durun bende sizinle geleyim diyerek bizlere eşlik etti.

Başkan yolda bizlere yöre hakkında bilgi verdi.

—Âşıklı her santimetrekaresinde tarihin farklı bir hikâyesinin yaşandığı eşsiz bir köydür. Bu yörenin bilinmeyenlerinin açığa çıkarılması için her kesimin her kuruluşun üzerine düşeni yapması gerekir diyerek özellikle doğa ve eko turizminin gelişmesi için farklı bir takım projeleri olduğundan bahsetti.

Şenpazar kardeleninin doğal yaşam alanı bu yöredir. Üniversiteden geldiler araştırma yaptılar ve endemik bir tür olduğunu tescillediler. Bizde bu doğal değerimizi marka haline getirmeye çalışıyoruz diye ilave etti.

Kardelenleri gören fotocular çayırlara tam siper yatmışken ben de eski dostum Ahşap Oyma Sanatkârı Yüksel’in evinin önünde Başkanla birlikte bir kahve molası verdik.

Başkan eliyle Harman gerişin YİBO’ya doğru yönünü işaret edip bir yer gösterdi.

—Bilir misin şu çamlıkta bir mezarlık vardır. Ve o mezarlıkta bir Padişah Dayesi

(Süt Annesi )yatar. Tüm bu topraklar onların vakfıdır.

Kahveyi, çayı, kardelenleri unuttum. Makineyi kaptığım gibi ayaklandım ve

—Ben aşağı o çamlığa gidiyorum dedim.

—Dur yahu beraber gideriz az bekle hele. Dediler. Biraz sonra fotocuların homurdanmaları pahasına yola çıktık.

Mezarlığa giden en kısa yol dik bir yamaçtan sert bir iniş olarak gözüküyordu.

Sadece başkanla ben inişi daha doğrusu o inişin çıkışını göze aldık.

Çamlar arasında bir mezarlık.

Eski yazıyla yazılı bir mezar taşı.

Öğretim Görevlisi Muzaffer Fehmi ŞAKAR tarafından okunup mermere kazılan Türkçesi de olmasa kimsenin anlamayacağı bir kitabe.



İşte bu hanım Padişaha sütannelik yapmış hanımın mezarı diye gösterince başında bir Fatiha okuduk.

Yüzyıllardır Şenpazar Aşıklı’da kardelenler hala kar tanelerini kıskandıracak kadar beyaz çiçekler açıyor.

Yüzyıllardır helal süt emmiş bu insanların diyarında hala hiç yüz kızartıcı suç işlenmiyor.

Yüzyıllardır hiç işgale uğramadığı halde en fazla şehit hala bu topraklardan veriliyor.

Yüzyıllardır Kardelenler tohumlarını bir sonraki kışa kadar bu temiz topraklara emanet ediyorlar.

Kardelenler içiniz rahat olsun daha yüzlerce yıl emanetiniz emin ellerdededir.

CEBRAİL KELEŞ

ŞENPAZARIN ŞEN HEYKELTRAŞI










Yılbaşı tatili ertesi sabah evde oturup bu gün ne yapsam acaba diye kıvranırken. telefon çaldı arayan Şenpazar’ın şen ahşap oyma ustası Yüksel Ustaydı.

—Kardelenler açtı hemen gel dedi.

—Aman ustam bu mevsimde ne kardeleni demeye kalmadı. Yüksel Ustam kendisinin de bir anlam veremediği bir şekilde mevsimlerin şaşırdığını ve Kardelenlerin açtığını heyecanla anlatıp Şenpazar’a muhakkak gelmem gerektiğini söyledi.

Bu fırsatı kaçırmamak adına benim emektara atlayıp düştüm yollara.

Cide-Şenpazar yolu oldukça güzel, hava ise bulutluydu. Yağmur ha yağdı ha yağacak gibi görünüyordu. Ağlı’yı geçtik Şenpazar-Azdavay yol ayrımından sonra ise virajlar başladı. Hatta bazı kesimlerde tuzlama yapıldığına göre buraları buzlanıyor olmalı.

Bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra ulaştığım Şenpazar’da Yüksel ustayla buluştuk. O’nu da alıp Kardelenler için tekrar yola koyulduk Cide yolunda harman gerişe varmadan hemen tepenin üstünde bir yol ayrımı var. Âşıklı köyü orta mahallesi birkaç km ileride yamaçta gözüküyor. Yolu asfalt. Köye girip Yüksel ustanın evinin önüne park ediyorum.

Bu arada Yüksel Ustadan, Şenpazar’ın Şen Heykeltıraşı ahşap oymacısından biraz bahsedeyim.

Yüksel Ustayı ilk olarak bundan birkaç yıl önce Mimar Vedat Tek Kültür Merkezinin açılışında tanımıştım. Orada tek parça halinde kaşık ve çatalı yapışını hayranlıkla izlemiştim.

Yüksel Usta her zamanki gibi şen ve şakrak, yine güleç yüzlü ve hayata pozitif yönden bakabilen bir sanatçı duruşuna sahip.

Asıl işi Şimşir ağacından kaşık yapmak.

Nasıl başladın bu işe kimden öğrendin bu yontma işini diye sorunca gülüyor.

Buralarda her çocuk biraz büyüyünce eline bir çakı, bir parça ağaç parçası alır yontmaya başlar. Hayvan peşinde gezerken bununla oyalanıp vakit geçiririz.

Ben biraz daha farklıydım akranlarımdan, gördüğüm her şeyi ağaçtan yapabildiğimi fark ettim. Kaşık yaparken arada bir de içimde kalan bu heves uğruna farklı şeylerde oydum yaptım.

Evine çıkıyoruz her odada farklı bir ahşap malzemeleri var. Kaşıklar spatulalar genelde mutfakta kullanılan şeyler.

Bir odada ise ahşap heykelleri var. Ustaya bir örnek getiriyorsun ve bunu bana yap diyorsun o kadar. Ustamız onun aynısını istediğiniz ölçüde ahşaptan bir örneğini yapıp veriyor sizlere.

Hani ünlü bir heykeltıraşa sormuşlar Üstat bunu nasıl yapıyorsun diye. O da ben bir şey yapmıyorum o zaten oradaydı ben sadece fazlalıkları kesip attım demiş ya.

Bizim Şen ustamızda öyle diyor. Ağacı alıyorum kesip biçiyorum bir bakmışım şekil ortaya çıkmış.

Yüksel Ustayı Ahşap evinde, ocağın önünde elinde keserle kaşık yaparken izledim. Hiç bir eğitim almadan yaptığı bu harika eserlere baktım.

Mimar Vedat Tek Kültür Merkezinde ahşap heykeller yaparlarken izlediğim Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerini hatırladım.

Keşke bir kenarda Yüksel Ustamda olsaydı. Bir ağaçta onun önüne koyup yap bakalım bir Karayılan Heykeli, Bir Şerife Bacı Heykeli deseydik.

Hala vakit geçmiş değil.

Yüksel Ustaya Şenpazar’ın girişine ya da Kastamonu’da uygun bir yere bir ahşap heykel siparişi verilebilir.

Yerel sanatçılara destek olmak adına ilgili kurumlardan, ya da sanatçı dostu işadamlarından bir çağrı bekliyorum.

İşyerinizin bahçesine ya da girişine ahşap bir heykel yakışmaz mı?

Bence çok yakışır.


Cebrail KELEŞ

Yemen çöllerinde Bir şenpazar Kardeleni

























Tarih yaklaşık olarak 1900’lü yılların başıdır. Birinci Dünya Savaşı henüz başlamamıştır.

Şenpazar, Âşıklı köyü Orta Mahallesinde bulunan 13 haneden birinde İbrahim adlı bir delikanlı yaşar.

İbrahim güçlüdür, kuvvetlidir.

Eli sanata dili türküye yatkındır İbrahim’in

İbrahim şimşir ağacından kaşık yapar.

Sesi de çok güzeldir. Kaşık yaparken yanık sesiyle söylediği neşeli türkülerine keserinin vuruşlarıyla ritim tutar.

Gün gelir askere alınır. Osmanlı toprağı geniştir. Şenpazar’ın bir köyündeki delikanlıya gideceği yer söylenir O yerin adı Yemen’dir.

İbrahim hayatı boyunca ne o adı duymuştur ne de yerini bilir.

Görevdir gidilecektir.

Kış aylarının son günlerinde köyünden ayrılırken, bahçesinde bir kardelen bulur.

O güzelim boynu bükük beyaz çiçekli kardeleni alır çıkınına koyar.

Önce yürüyerek Cide, sonra gemiyle İstanbul daha sonra Hicaz Şimendiferi ile Maan’a

Sonra çöl yolculuğu başlar. Osmanlı askerleri, Tehame çölünü 3 günde geçer. (“Yemen Savası Komutanlarından Ahmet İzzet Paşanın hatıraları”)

İbrahim çölü ilk kez görmüştür. Çölden sonra dağlar başlar. Mikroplu sular salgın hastalıklar yüzünden binlerce Mehmetçik dağ yamaçlarına isimsiz bir toprak kabartısı olarak kalacaktır.

İbrahim, Yemen’de yedi yıl askerlik yapar.

Oradaki Yemenlilere kar’ı, ormanları, çok sevdiği valla kanyonunu anlatır.

Çıkınında sakladığı kurutulmuş kardeleni anlatır.

Kuşağında her zaman taşıdığı tahta kaşığın nasıl yapıldığını anlatır.

Ve bir gün askerlik biter İbrahim köyüne döner.

Bu sefer de köyündekilere Yemeni, çölleri, Arapları anlatır.

Evlenir, beş erkek evladı olur. Yine köyünde türkü söyleyip kaşık yaparken seferberlik gereği askere tekrar alınır.

Yine yemen elleri gözükür.

Bu sefer savaş vardır.

Söylediği türkülerde artık eskisi gibi neşeli değildir.

Yemen dipsiz bir kuyu olur Mehmetçik için. Anadolu'dan oraya giden gelmez. Bir kısmi yollarda, bir kısmı çöllerde, vadilerde, bir kısmı da isyan eden yerli halkla savaşarak şehit olur. Fakat bilânço korkunçtur. Yemen bazılarına göre 300 bin, bazılarına göre 1 milyona yakin Mehmetçiği içine alıp şehit etmiştir.

Türküler söyler İbrahim.


Havada bulut yok, bu ne dumandır?
Mahlede ölüm yok, bu ne figandır?
Şu Yemen illeri ne de yamandır?


"Mızıka çalındı düğün mü sandın,
Al beyaz bayrağı gelin mi sandın,
Yemen'e gideni gelir mi sandın?"


Yemene gidip dönen pek az olmasına rağmen savaşın sonunda İbrahim döner köyüne.

Cide’den yürüyerek geldiği Harman gerişin tepesinden evini köyünü seçmeye çalışır. Beş evladı hanımı burnunda tütmektedir.

Hasretle çaldığı kapı açılmaz.

Evinde kimseler yoktur.

Yedi yılın sonunda ilk kez geldiği köyünde komşuları onu önceleri tanımazlar. Sonra köyün alt tarafında eski yıkılmaya yüz tutmuş bir samanlığı gösterirler.

İbrahim Yemen çöllerinde savaşırken ailesi de açlık kıtlık yüzünden tüm arazisini elinden çıkarmış ve bu samanlığa sığınmışlardır.

Çocuklar desen bir deri bir kemik açlıkla mücadele etmektedir.

İbrahim Samanlıkta kalan ailesini kurtarmak için uğraşır didinir bir yol bulamaz.

Elinden tek gelen şey kaşık yapmaktır.

İnanılmaz bir karar verir.

Askerden getirdiği çuvalının içine alet ve edevatını doldurur.

En güzel şimşir ağaçlarının bulunduğu ama kimsenin gitmeye cesaret edemediği Valla Kanyonuna gidecektir.

Sadece kanyonun girişi yürüyerek bir günlük yoldur.

Dağlar arasından akan Devrekâni Çayı kendine bir yol bulmuş yarmıştır koca vadiyi. Kenarından yürümek bile cesaret ister.

İbrahim kimi yere bir ağaç devirip köprü yapar kendine.

Kimi zaman küçücük bir yarıktan sürünerek geçer.

Bir düşenin parçasının bile bulunamayacağı derin uçurumlardan, azgın derelerden geçer korkusuzca.

Bir mağara önünde durur. Artık burası onun yeni evidir.

Yalnızlıklar kalesidir.

Tam üç ay geceli gündüzlü bu mağarada yaşar. Kurtlar, ayılar tek arkadaşı olur.

Çam ağaçlarının çırasından yaptığı meşalenin ışığında kaşık yapar hem de hiç durmadan. Gece gündüz fark etmez çoğu zaman oturduğu yerde elinde keser uyuyakalır.

Yatağı kayalar döşeği otlar olur. Suyu dereden içer. Yemeği bulabildiği meyvelerdir. Ekmeği ise getirdiği bir parça undur.

Üç ayın sonunda çuval çuval kaşık taşır köye.

Bu harika kaşıklar hem iyi para eder. Hem çabuk satılır.

Arazisini evini geri alır.

Çocuklarını yetiştirir büyütür.

Aradan yıllar geçer.

Ve bir kış vefat eder.

Ailesine, kendine hayat veren kanyonu o çok sevdiği kanyonu uzaktan bile olsa gören bir yamaca gömerler.

Kış sonunda birkaç kardelen biter o yamaçta.

Bir tanesi mezarın üstündedir.

Boynu bükük ama saflığın temizliğin simgesi olan beyaz çiçeğiyle salınır durur esen yelde.

İbrahim’in türküsünü söyler belki



Ah o Yemen'dir, gülü çemendir,
Giden gelmiyor, acep nedendir?




--
Cebrail KELEŞ

Hayat Yükün Niye Bu Kadar Ağir




Kastamonu Şenpazar yolundayız.
Omzunda iki koca kütük yolda aheste aheste giden bir yolcu.
-Babam öldü yakın zamanda hastanede çok zor günler geçirdik diye anlatırken epey süre geçti. Omzundaki iki ağır kütüğü unutmuştu bile.
Ağır değil mi diye sorsam,
Hayatın ağırlığı altında ezilirken bu kütüklerin lafı mı olur .
Der miydi acaba..
..
Balıkçı Şef.

ŞENPAZAR’IN KARDELENLERİ














Hikâye ederler ki;

“Çok uzun yıllar önce iki kır çiçeği birbirlerine âşık olurlar.

Her bahar diğer çiçekler gibi onlarda açıp güneşe merhaba derler.

Fakat bir bahar başlangıcı bu çiçeklerden biri diğerine;

"Biz diğer çiçekler gibi bu bahar açmayalım, kışın ortasında herkesin soğuktan kaçtığı karlı günlerde açalım ki, bütün doğa bize ait olsun" der ve ikisi de o bahar açmamaya karar verirler.
Biri açmak için kışın gelmesini ve karın yağmasını beklerken
Diğeri o yaz açar.
O gün bugündür, karda açan ve sevgilisini bekleyen çiçeğe "Kardelen"
Sevgilisini yarı yolda bırakan çiçeğe de "Hercai" denilir.
İşte bu yüzden hayırsız sevgiliye "Hercai" diye hitap edilir...”



Şenpazar Kardeleni, bölgesinde Şenpazar Âşıklı Köyü yetişmektedir. Tarım ve Köy İşleri Bakanlığınca İlçemizde yetişen kardelen türünün endemik (alanları belirli bir ülke veya bölgeye ait yerel, ender ve çok ender bulunan) bir tür olan GLANTHUS PLİCATUS adı verilen tür olduğu ve bu sebeple herhangi bir şekilde üretiminin ve hasadının yapılamayacağı açıklanmıştır. T.C. ENPAZAR BELEDYE BAKANLII RESM WEB STES



Şenpazar’da ben de kardelenler tanıdım.

Şenpazar kar altındayken onlardan biri açmıştı. Galiba hercai menekşesini bekliyordu. Hem de bir değil binlercesini. Nüfus azaldıkça her göç oldukça boynu biraz daha bükülen bir kardelendi. O kardelenin adı Suat SAYGIN’dı.

Bir kardelen tanıdım. Adı Hasan;

Kocaman cüssesinde yumuşacık bir kalp taşıyan, kendisine hastalığını anlatan bir köylüye elinden gelen her türlü yardımı yapmak için çırpınan bir koca kardelen.

Bir kardelen tanıdım adı Ahmet,

Uzun yıllar kardelen değil de hercai menekşe olan Ahmet amcam. İstanbul’da yaşamış ama aklı hep uzaklarda bıraktığı, her kış kendisini bekleyen kardelendeymiş. Bir bahar dönmüş. Kavuşmuş. Şenpazar’ına. Ve o günden sonra

O da bir kardelen olmuş.

Bir Kardelen tanıdım Yarımca’da eskilerin Samay dedikleri yerde, adı Cemile Hala,

Kalbinin aydınlığı yüzüne vuran bir kardelen. Köyünde otururken bayramda uzaklardan gelecek olan hercai menekşelerini bekleyen kar beyazı kardelen halam.

Ve benim kardelenim. Ayşe Annem.

Hayatın acımasız çarkları arasında sıkışan, her yaprağında acının attığı çizikleri taşıyan annem. Güneşe gerek yok ki O zaten doğuştan boynu bükük bir kardelen.



Kış geliyor.

Kar kapıda.

Şenpazar yine karla kaplanacak.

Ve bir gün bir kardelen karlar arasından başını uzatıp bakacak. Menekşem gelmiş mi diye.

Kardelenleri boynu bükük bırakmayın.

Hercai olmayın.

Nüfusumuzun artması için, gelişme için kalkınma için gelin sizde bir kardelen olun.

Karlar arasında üç beş boynu bükük kardelen sizleri bekliyor,

Şenpazar’da.



Cebrail KELEŞ

ŞENPAZARDA BİR YAZ GÜNÜ











cebrail keleş

ŞENPAZAR'DA KASFOT İLE GEZİ VE YORUM













Kastamonu Fotoğrafçılar Topluluğu Başkanı Suat Cumali GÜNGÖR (Suat Hocam)la bir fotoğraf gezisi planları üzerinde konuşurken en güzel sonbaharın yaşandığı yerlerden biri olan Şenpazar’a gidelim dedim.

Olumlu cevabı üzerine Şenpazar Belediye Başkanımız Sn. Suat SAYGIN’dan yerel rehber ve gezi güzergâhı konusunda yardım istedim.

Başkanımız bu konuda memnuniyetle yardımcı olacağını İlçemize gelecek tüm fotoğrafçı, doğa, eko ve av turizmine yönelik guruplara gereken rehberlik ve yardımın verilebileceğini,bu konularda T.C. ENPAZAR BELEDYE BAKANLII RESM WEB STES ve (0366) 788 10 01- (0366) 788 10 69 telefondan gerekli bilgileri alınabileceğini söyledi.

Gezi planlamasını yaparken, Hanönü ile ilgili kapsamlı bir tanıtım projesi için ilimizde bulunan, Kastamonulu tanınmış fotoğraf sanatçısı Mustafa DEMİRBAŞ’a da gezimize katılması için teklifte bulunduk. Kendisine bu gezi de bizlere katıldığı ve bilgilerini paylaştığı için teşekkür ediyorum.

Gezimizden notlara gelecek olursak.

Kastamonu’dan erken bir saatte yola çıkmıştık. Üzerimizde bir mahmurluk vardı. Oyrak Geçidinden aşağı inip, Devrekâni ovasını sis denizi içinde bulunca bir anda uykumuz açıldı. Araçtan aşağı atlayan makinesine davrandı.

Başkanın uyarı düdüğü olmasa öğleye kadar o sis denizini çekebilirdik.

Ağlı’da paça çorbası içmeden olur mu hiç. Sabah mis gibi çorbayı, demli çayları içince gözümüzün ışığı yerine geldi.

Yol üstünde o kadar güzel yerler var ki bir an hiç Şenpazar’a gidemeyeceğiz diye düşündüm. Bereket başkanımız Suat Hocam bu konularda çok tecrübeli ve otoriter. Düdüğü çalınca iş bitiyor.

Şenpazar’da bizleri sıcak bir karşılama bekliyordu. Belediye Başkanımız, bir cenaze dolayısı ile gelememişti ama yol ve güzergâh konusunda yardımcı olmak üzere bir ekip hazırlamıştı.

Orman işletmesinden Şef Kenan Bey, Şenpazar’ın sesi gazetesi sahibi Muzaffer Bey, yerel fotoğrafçı Harun Bey bizleri bekliyordu.

Eski adı samay yeni adı Yarımca’ya doğru yola çıktık.

Şenpazar’ın içinden yukarılara tırmandıkça, sonbaharın renkleri daha bir belirgin olmaya başladı. Her köşede durup fotoğraf çekilse yine de doyulmayacak bir güzellik içinde yol alıyorduk. İnanılmaz güzellikteki bu görselliği fotoğraflarla, kelimelerle anlatmak mümkün değil. O yüzden sonbahar bitmeden gelin görün derim.

Yarımca bir yamaç üzerine kurulmuş harika manzarası olan yayla köyü. Köyün girişinde bizi Ahmet ARSLAN karşılıyor. Köy içinde dolaşırken dumanlar tüten bir bahçe içinde pekmez yapan Teyzelerimizi görüyoruz. Yanlarına gidip, fotoğraflamak için izin istiyoruz.

Pekmez kazanını karıştıran teyzem,

-Cemile teyzem gelmezse olmaz diyor. Hemen Ahmet Amcam devreye girip Cemile teyzemi arayıp bulup getiriyor. Hep birlikte fotoğraflıyoruz.

Köyün tertemiz olması ilgimi çekiyor. Tek bir çöp bile yok. Sonradan öğreniyorum ki Ahmet Amcam köydeki poşetleri çöpleri toplayıp sobada yakarmış. Kendi evinden belli zaten bahçesi evi çok düzenli ve temiz bir görünüme sahip

Köyde İsmail amcamla tanışıyorum. Çok güzel bir düşünceyle evinin altını yayla turizmi için düzenlemiş, turizme açmış. Buraya gelen misafirlere ne vaat ediyorsun buraya gelenler ne bulacak diyorum.

-Misafirlerimiz buraya gelince yaylanın o temiz kokusuyla dolu tertemiz havasını bulacaklar. Sabah dağlardan gelen rüzgârın fısıltılarıyla uyanacaklar, tandırda közde pişmiş çaylarını içip, gözlemelerini yiyecekler. Bu dağlarda açan binlerce çeşit çiçeklerin özünden yapılan hakiki balı, bu yaylada yetişen envai çeşit kokulu otuyla beslenen ineklerin sütünü yoğurdunu, kaymağını tereyağını bulacaklar İsteyen misafirimiz sütünü kendi sağacak, yumurtasını kümesten kendi alacak, bahçemizde yetişen organik meyvelerle sebzelerle yöresel yemeklerimizi bulacak dedi.

Çok hoşuma gitti. Peki, size nasıl ulaşabilir bunları isteyenler deyince,

Bunları yaşamak isteyen, yayla turizmine ilgi duyanların, Belediye yetkilileri ile irtibata geçmeleri yeterlidir dedi.

Biz köyde fotoğraf çekimi yaptığımız sırada Ahmet Amcam, Cemile teyzem ve diğer gönül dostları etli ekmek, kabak, tatlısı, bandıma, turşu aklınıza gelen ne varsa elbirliği ile kısa sürede yapıp, mükemmel bir açık büfe hazırlamışlardı bile.

Ahmet amcama Cemile teyzeme ve diğer tüm köy halkına gösterdikleri güler yüz, samimi ve içten davranışları için kısaca her şey için teşekkürlerimi sunmak istiyorum.

Yemekten sonra yeniden yollara düştük.

Alabalık tesisi, fabrika deresi güzergâhından Şenpazar’a indiğimizde hava kararmıştı. Şenpazarın sadece küçük bir bölümünü bile gezemeden fotoğraflayamadan günü bitirmiştik.

Oysa daha görülecek gidilecek o kadar güzel yerler vardı ki.

Bir dahaki sefere dedik.

Başkanımızın makamında kısa bir tanışma toplantısı yapıp, Şenpazar Kültür evini gezdikten sonra yola çıktık.

Kastamonu fotoğraf Topluluğuna verdiği destek için Şenpazar Belediye Başkanı Sn. Suat SAYGIN’a, Şenpazar Gazetesi Sahibi Muzaffer ERDEM’ ve yerel Fotoğrafçı Harun KARAMAN’a teşekkürlerimi sunarım.

Başkalarını bilmem ama

Benim kalbim Şenpazar’da kaldı.






--
selam ve sevgilerimle
CEBRAİL KELEŞ